Modern deniz tarihinin en büyük kazası 28 Eylül 1994 yılında Baltık Denizi’nde yaşanmış. 1980 yılında inşa edilen Estonya Feribotu’nun batmasıyla 852 yolcu hayatını kaybedip, 137 kişi de kazadan kurtuluyor. Kıyıya yakın bir mesafede su alması nedeniyle yatarak batan feribot, sadece gemi mühendisleri tarafından değil aynı zamanda kazada ölümlerin nedeni açısından davranış psikolojisi uzmanlarınca da yıllarca incelenmiş.
İnsan davranış psikolojisi uzmanları, bu kazada ölen 852 kişinin kurtulamama sebeplerini aileleri ile konuştuklarında, %98’inin çok iyi yüzme bildiklerini belirleyen uzmanlar; son olarak kazadan kurtulanlarla görüşmüşler ve ortaya çıkan sonuç ise daha ilginç bir sonuca işaret ettiğini gözlemliyorlar…
Feribot 28 Eylül’de gece saat 00.50’de sert dalgalar nedeniyle su almaya başladı. Feribota giren sular 50cm yüksekliğe ulaştı ve feribot yan yatmaya başladı. Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başladı. Ancak 987 yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz hemen feribotu terk etti. Geri kalan 852 yolcu ise, gemi kaptanının “panik yapmayın dünyanın en güçlü feribotundasınız” sözlerine kanarak su boşaltma işlemini izlediler. Saatler ilerledikçe feribot daha da yan yattı ama 852 yolcu izlemeye devam etti. Sonunda saatler 01.50’yi gösterirken tamamen yan yatarak sulara gömüldü.
Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar rahat rahat batışı izleyenler psikoloji ders kitaplarında “Estonya Feribotu Sendromu” olarak yer almıştır. Halen o insanların davranış şekillerine psikoloji ilmi mantıklı bir izah getirememişlerdir.
Beynimizin bizi konfor alanında tutmak gibi kötü bir alışkanlığı vardır. Çünkü tanımlı olana karşı riskler belirlenmiş olduğundan, kazanç-kayıp muhasebesi nettir ve bu anlamda bir risk yoktur. Konfor alanında kalmayı tercih etmenin ataleti, kolayı tercih etmemize sebeptir. Böylece en kolay yolu tercih eder, toplumun ezberlerine sarılır ya da otoriteye kayıtsız şartsız teslim oluruz.
“Konfor alanı ve mevcut karar alıcıya (otoriteye) itaat…”
Bilgi çağında, beynimizin bize oynadığı bu aldatıcı oyunun farkında olup; çok uluslu şirket tecrübelerimize, yüzyıllık şirket büyüklüklerine, sağlam bilançolara güvenerek “değişeni görememek ve konfor sabitine saplanmak” yanılgısının ne kadar pahalı sonuçlara sebep olduğu gerçeğinden uyanmalıyız. Gerçi, ülkemizdeki her 10 yıllık kriz tecrübesi bize bunu hatırlatmak için elinden geleni yapmaktan geri durmuyor. Bu noktada “Big Data güzellemesi” yada “Unicorn tekrarları” yapmayacağım. Ancak kabul edelim ki Veri’ye erişimin demokratikleştiği günümüzde artık bahanelere yer kalmadı. Bunun sonucunda, yeni mezun ile 10 yıllık profesyoneller aslında fark kalmamış olup, terazinin kefesi aynı şeyi gösteriyordu. Şarap değilsek daha yıllanmış olmanın avantajı elimizden alındı maalesef!
Dijitalleşme yolculuğunda esas olarak nerden başlamalıyız, nasıl başlamalıyız sorularına, klişe olacak ama kendimizden diyeceğim. Bireysel olarak hangi adımlar konusunda gerçekten sorumluluk gösteriyoruz?Kurumsallık şapkası altında gizlenmeye devam mı ediyoruz? Ya da kurum içi inovasyon sihiri ile geleceğin Uber’lerini üretmek için dışsal bir enerjiye mi gereksinim duyuyoruz? Mesela, Yakın vadede gündelik rutinimizin dışında bir şey yaptık mı? Kendi sosyal çevremizin dışında kimlerle görüşebiliyoruz ve ne kadar heterojen bir sosyal çembere sahibiz?
Kim söylemişti hatırlamıyorum, ancak çok gerçekçi bulduğum bir önermedir: “En zayıf halka kadar güçlü bir şirket”. Biz ne kadar dönüşebilirsek, buna cesaret edebilirsek organizasyonlarımız da o kadar esneyebilir. Bu bağlamda, dönüşümlere pahalı araçlar, sihirli dokunuşlar veya yüksek bütçeli yazılımlardan medet umarak yola koyulmak, problemi gerçekten tanımlamaktan bizi çok uzaklaştıracaktır.
En yakınımdakinin cehaletinden de mesulüz, öyle olmalıyız. Daha iyisi için konfor alanından çıkıp, yarın için neyi değiştirdim diyerek, dönüşüme kendimizden başlamamız gerekiyor.
Sözün özü, günümüz dünyasında, yani kartların yeniden karıldığı bu zamanlarda, mevcudu korumayı hedefleyerek aslında irtifa kaybettiğimizi çok sonradan deneyimleyeceğiz. Buna en iyi örneklerden bir tanesi, akıllı telefonların henüz palazlandığı dönemlerde Nokia CEO’sunun röportajındaki “we didn’t do anything wrong, but somehow, we lost” ağlayarak itirafı, üzerine uzun süreler düşünülesi acı bir reçete olarak masanın üstünde durmaktadır.